The Platform: Şartlar Değişince Ahlaki Değerlerimiz De Değişir Mi?

 Bir gün kapatsak saatlerimizi harcadığımız sosyal medyayı. İnterneti bu kez daha farklı, daha gerçek konuları araştırmak için açsak. Her sene açlıktan kaç insanın öldüğünü merak etsek. Hamburgerleri yanına alıp yemediğimiz patatesleri, kilo yapar diye korkup içini yiyip bıraktığımız ekmekleri, fazla fazla alıp dolapta çürüttüğümüz yiyecekleri toplayınca yıllık kaç ton yemeğin israf edildiğine baksak. Var ile yoku kıyasladıktan sonra insanın günlük kaç gram yemekle yaşayabileceğini ve israf edilenlerle kaç insanın hayatının kurtulabileceğini hesap etsek.

Yapabilsek tüm bunları öyle bir defa da değil, tezini bitirmeye çalışan öğrenci yüzeyselliğiyle de değil; kendimize dert etsek bu hesap cetvelini. O zaman karşımıza çıkacak veriler can sıkıcı hatta can yakıcı olacaktır.


Günlük yirmi beş bine yakın insan açlıktan ölürken, yıllık bir buçuk milyar ton civarında besin israf ediliyor. Bir kişinin iki-iki buçuk kilo yemekle günü geçireceğini düşünürsek basit bir bölme işlemiyle kaç insanın hayatını kurtarabileceğimizi buluruz. Ya da umursamazlığımızın kaç insanın hayatına mal olduğunu anlayabiliriz. Sorunun merkezinde paylaşmayı bilmemek yatıyor. Bütün bu verileri kafasına taktığını düşündüğüm David Desola; temasını bu açlık ve paylaşmamaktan alarak ortaya harika bir öykü koyuyor ve Galder Gaztelu-Urrutia da bu öyküyü film hâline getiriyor. Böylece seyirci 2019 yapımlı The Platform filmi ile buluşuyor.

İki kişilik hücrelerin üst üste kondurulmasıyla yapılmış dikey bir binadayız. Hücrelerde basit yataklar, lavabo ve mahremiyete önem vermeyen bir tuvalet var. Her ne kadar içerik bakımından hapishane gibi dursa da burası aslında bir deney alanı. Kimi kendi rızasıyla gelmiş buraya kimi birbirinden beter iki seçenek arasından burayı seçerek. Yanlarına kendi belirledikleri sadece tek bir şey alabiliyorlar. Kişi, dışarıdayken yedikleri, yaptıkları ya da hayır diyebildikleri olarak tanımlanırken, burada yanında getirdikleriyle tanımlanıyor. Buraya en sevdiği oyuncakla gelen de var, reklamlarda methiyeler düzülen son teknoloji ürünü bir bıçakla gelen de. Ancak biri kitapla geliyor. Kitap Miguel de Cervantes Saavedra’nın ölümsüz eseri Don Kişot. Yanında kitap getiren kişi Goreng ve çoğunluğunun aksine içeriye kendi isteğiyle giriyor. Niyeti hayatın yoğunluğundan, kalabalığından uzaklaşarak kendiyle kalmak, içini dinlemek, sorular sormak ve buradan biraz daha güçlü bir ruh ile çıkmak. Seçilen kitabın alelade olmadığını, senaryo ile roman arasında gizli bir bağ olduğunu ve bunun sahneler ilerledikçe belirginleştiğini görüyoruz.


Goreng için ilk başta karşılaştıkları her ne kadar oldukça farklı gelse de kötü görünmez. Henüz burada geçireceği günler için hevesi vardır. Fakat yemek vakti geldiğinde gör- dükleri onu sıra dışı bir maceraya sokacaktır. Görevliler kapı kapı dolaşıp tabldotlarla yemek vermezler içeridekilere. Hücrelerin ortasında büyük bir boşluk, boşluk içinde ise en tepeden en aşağı kadar inebilen bir asansör vardır. Üstü türlü yiyeceklerle dolu asansör her katta belirli bir süre durmaktadır. Asansörde görevli kimse yoktur. Günde bir kez asansör enva-i çeşit yemekle doldurulur ve katlara gönderilir.

Dikkat edilse herkese yetecek kadar yemek vardır asansörün üzerinde. Ancak kimsenin bunu önemsediği yoktur ve herkes yiyebileceğinden fazlasını yemeye çalışıyordur. Bazılarının vahşileştiğini, yiyemediklerini yaladıklarını ve hatta üzerlerine tükürdüklerini görürüz. Üst katta olmanın verdiği güven ve kibirle alttakini düşünmeyen hatta aşağılayanlarla dolu hücreler dünyadaki serveti adilce paylaşmayan günümüz dünyasına getirilen bir eleştiridir. Çoğu zaman alt kattakilere yiyecek hiçbir şey kalmaz. Hâlbuki somut bir gerçek var ortada: kimsenin hücresi sabit değil.

Bugün birinci katta olanların bir ay sonra en altta olma ihtimali var. Yani yarın belirsiz, bugün çatlayacak kadar yiyebilirsin ancak yarın çıldıracak derecede aç kalma durumu seni bekliyor. Aylardır içinde olanlar bile buranın kaç kat olduğunu bilmiyordur. En büyük tehlike en iyi ihtimalle bir ay sürecek olan açlıktır. Garip olanı aç kalan insanların kurulu düzeni değiştirmeye çalışmaması ve bunu kabullenmeleridir. Sadece kendinden üstekilerden nefret etmekle kalmaz kendisinden alttakilere gördüğü muamelenin daha çirkinini yapmaya kalkar.

Senarist kapitalist hayatın benliğimize gizlediği kast sistemini bu şekilde vuruyor yüzümüze. Biz aksini iddia etsek de dünya bu şekilde dönüyor. Bu noktada acımasız olan senaristin insanlığa bakışı değil gerçeğin ta kendisi. Bu kurguda sisteme kafa tutmayı akıl edecek olan Goreng’den başkası değildir. Hâlâ insanlığa dair umudunu yitirmemiş olan Goreng, her şeyin değişebileceğini, yemeğin herkese yetebileceğini ufak bir dikkatle daha güzel, daha insansı bir hayatın olabileceğini düşünür ve bir gün asansörden yemek almak yerine asansöre kendi biner. İşte burada karşımıza yel değirmenleriyle dövüşen Don Kişot'un transparan bir hayali çıkıyor sahneye.


Bazı sahneler alışık olmayan seyirciyi rahatsız edebilecek nitelikte olsa da tümüne bakıldığında ortada bir sorunun varlığını ve bu sorunun bireysel olmadığını, tüm insanlığı ilgilendirdiğini; görmezden gelindiği sürece büyüyeceğini anlatmaya çalışan insanların emeklerini görüyorsunuz. Asansöre biraz dikkatlice baksak göreceğizdir çözümü. Midelere hep bayram ettirmek yerine bazen oruçla ıslah edip başkalarının hâlini düşünebilsek bir şeyler değişecek, belki de çelikten dökülmüş gibi duran tabular bile yıkılacaktır.


Henüz filmi izlemediysen: https://kultfilmler.com/the-platform-el-hoyo/

Yorumlar

Daha yeni Daha eski