15 Dakikada Ortaçağ Avrupasına Hakim Olun

 Orta Çağ’a neden bu adın verildiği, Orta Çağ Avrupa’sı denilince incelenmesi gereken ilk konudur. Bu noktada, akla ilk gelen isimlerden olan Jacques Le Goff, zamanın bölünmesinin insan hayatını düzene sokmada ve kolaylaştırmada ne kadar önemli olduğunu eserlerinde vurgulamıştır. 15. yüzyıl entelektüelleri, zamanı bölme ihtiyacından dolayı Antikite ve yaşadıkları dönem (bu dönem sonradan Rönesans olarak anılacaktır) arasını Orta Çağ olarak adlandırmışlardır. Fakat bu tanım, diğer toplumların tarihine uygun net bir ayırım değildir. Çünkü her toplum, kendi tarihini ve düşünce yapısını değiştiren farklı dinamiklere sahiptir.

Avrupa’nın Orta Çağ’ının başlangıç ve bitiş tarihleriyle ilgili dahi pek çok farklı görüş bulunmaktadır. Tarihçiler arasında, Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılması, Platon okulunun kapatılması ve Karolenj dönemi Orta Çağ’ın başlangıcı; Rönesans, İstanbul’un Fethi, Coğrafi Keşifler ve 18. yüzyıl ise Orta Çağ’ın bitişi olarak kabul edilen görüşler arasındadır. Yine insan eseri olan bu ayırım, Jacques Le Goff’un da ifade ettiği gibi hem yapay hem de geçicidir ve tarihle birlikte değişmektedir. Bu nedenle kesin bir sınır çizilemeyen Orta Çağ’ı anlamak için bu farklılıkların göz önünde tutulması gerekmektedir.

Avrupa’yı şekillendiren önemli üç temel miras vardır: “Yunan mirası, Roma mirası ve Hristiyanlık.” Daha sonradan bu üçüne Hint-Avrupa ideolojisi, yani dua edenler, savaşanlar ve çalışanlar şeklindeki toplumsal sınıflama da eklenmiştir. Avrupa’nın şekillenmesinde etkisi en fazla olanlar Roma mirası ve Hristiyanlıktır. Roma İmparatorluğu’nun küllerinden doğan Orta Çağ Avrupa’sı Latince konuşmuş ve yazmış, Roma hukukunu ve mimarisini benimsemiştir. Yönetici sınıfın kullandığı unvanlar (İmparator, Caesar gibi) dahi Romalıların kullandıkları ile aynıdır. Hristiyanlığın etkisi ise Yunan-Latin düşünce sistemini radikal bir biçimde değiştirdiği için daha derindir. Augustinus, Anselmus, Thomas Aquinas gibi Hristiyan filozoflar öğretileri ile Orta Çağ dini düşüncesini şekillendirmişlerdir. Bu öğretilerin uygulayıcısı olan Papalık, bu sayede toplum üzerinde büyük bir nüfuz elde etmiştir.

Önemli Siyasi Gelişmeler

Batı Roma İmparatorluğu’nu yıkan kavimler büyük bir imparatorluğu yıkmış olmanın haklı gururu içinde, imparatorluk topraklarında kral olarak hüküm sürmeye başlamışlardı. Bu kralların, 8. yüzyıl sonuna kadar, Constantinopolis’te ikamet eden imparatoru yeryüzündeki tek imparator olarak tanındıkları görülmektedir. Papalığın durumu ise oldukça kötüydü. Hun, Got ve Lombard saldırıları sonrasında harabeye dönen Roma, varlık mücadelesi vermekteydi ve bu elverişsiz şartlardan ancak Merovenj kralı Clovis’in 498/499 yılıda vaftiz edilmesiyle bir süreliğine kurtulacaktır. Clovis’in vaftizi Orta Çağ’ın önemli bir dini-siyasi olayıdır. Çünkü onun Hristiyan olması, Papalığa dayalı yeni bir imparatorluğun temelinin atılması anlamına geliyordu.

III. Pepin dönemine gelindiğinde daha farklı bir gelişme yaşandı. III. Pepin’in Papalığı Lombardlara karşı koruması üzerine papa, Merovenjlerin yönetim hakkını engelleyerek krallık tacını Pepin’in soyundan gelenlere verdi. III. Pepin de bu lütfun karşılığında Ravenna’yı Papalığa bağışladı. Her iki tarafın da kazançlı çıktığı bu gelişme sonrasında III.Pep papalıkla yönetebileceği bir toprak parçasına sahip olurken, Karolenj İmparatorluğu’nun temelleri de atılmış oluyordu. 800 yılına gelindiğindeyse Charlemagne’nın Papa III. Leo tarafından “Roma İmparatoru” ilan edilmesiyle Avrupa’da, Doğu Roma İmparatorluğu’nun siyasi ve askeri nüfuzundan bağımsız yeni bir güç ortaya çıktı. Bu gelişme, sonuçları itibarıyla sadece siyasi bir olay değildi ve papalığı, dolayısıyla Batı Hristiyanlığını da etkiledi. Papalık sırtını dayayabileceği siyasi bir güce kavuşması sayesinde bağımsız bir dini kurum olarak güç kazanıyordu. Ayrıca, Katolik ve Ortodoks kiliseleri arasındaki bağ kopma noktasına gelmesine rağmen Batı Hristiyanlığı taze kan bulmakta zorlanmıyordu. Çünkü Charlemagne’nın pagan inancını sürdürmeye devam eden halklara karşı takip ettiği askeri politika sonucunda Avrupa Hristiyanlaşıyordu.

8. ve 13. yüzyıllar arasında ise Avrupa siyasi haritasını şekillendiren önemli gelişmeler yaşandı. Bunlardan ilki, 8. yüzyılda Endülüs ve Güney İtalya’da başlayan Arap ilerleyişidir. Kısa sürede Endülüs üzerinden Fransa’nın iç kesimlerine kadar ulaşan Araplar, Frankların karşı saldırısıyla karşılaştılar ve Pirenelerin ötesine ilerleyemediler. Akdeniz ve İber yarımadasında, Müslümanlar ve Hristiyanlar arasında 15. yüzyıla kadar sürecek olan mücadelelere rağmen ticari, bilimsel ve kültürel ilişkiler tamamıyla kesintiye uğramadı. Özellikle 12. yüzyılda doruk noktasına çıkacak olan çeviri hareketleri, Avrupa’ya 13. Yüzyıl Rönesansı adı verilen bir aydınlanma dönemini yaşattı.

Bir diğer siyasi gelişme, 8. yüzyıl sonlarında başlayan Viking (Norman) saldırılarıydı. Britanya, İrlanda, Fransa ve sonrasında Endülüs ve Sicilya’yı hedef alan Viking saldırıları kıtada büyük bir kargaşaya sebep olmuştur. Saldırılar, ele geçirdikleri yerlerde kendilerine ait krallıklar kuran Normanların Hristiyanlaşmasına kadar sürdü. İstilaların bitmesinin ardından ticari faaliyetlere yoğunlaşan Normanlar, Baltık ve Kuzey Denizi’ndeki ticareti canlandırmışlar ve yeni kentlerin kurulmasına öncülük etmişlerdir. Bu kentler arasında kurulacak olan Hansa Birliği, Baltık ve Kuzey Denizi ticaretini Doğu Akdeniz’e kadar taşıyacaktır.

Feodalitenin Etkisi

Arap, Viking ve Macar saldırılarının can ve mal güvenliğini asgari seviyeye indirdiği Avrupa’da, kendisini savunacak güçte olmayan insanlar korunaklı şehirlere ve askeri gücü olan senyörlere sığınmak zorunda kalmışlardı. Bu zorunluluk, feodal sisteme hayat kurtarıcı bir kimlik kazandırmıştı. Feodalite toprağa, üzerinde yaşayan insanlara ve üretim tarzına bağlı olarak gelişen, Orta Çağ Avrupa’sına özgü siyasi, ekonomik ve kültürel bir sistemdir. 5. yüzyıldan itibaren izine rastlanmasına karşın istilalar döneminde Avrupa’nın geneline yayılmaya başlamıştır. Bu dönemde insanlar arasındaki ilişkiler, vassal-senyör adı altında yeni bir aşamaya girmiş, ticari faaliyetlerin en aza inmesi nedeniyle para dolaşımı felç olmuştur. 

Feodal sistem, Avrupa’nın her yerinde aynı şekilde gelişmemiş, toplumların kültürlerine ve geçim kaynaklarına göre çeşitlilik göstermiştir. Bu nedenle, Orta Çağ toplumunu feodal olarak tanımlamak yanlış anlaşılmalara yol açabilmektedir. Ayrıca feodalizm de Orta Çağ boyunca aynı şekilde varlık göstermemiştir. Kendisini oluşturan unsurların evrimi ve değişen hayat koşulları sonucunda değişime uğramıştır. Bu değişim, genel olarak, iki ayrı feodal dönem olduğu şeklinde değerlendirilir. Örneğin, François Louis, Ganshof Karolenj feodalizmi ve klasik çağ feodalizmi şeklinde bir sınıflandırma yapar. March Bloch ise 6. ve 11. yüzyıl arasındaki dönemi birinci feodal çağ, 11. ve 13. yüzyıllar arasını ise ikinci feodal çağ olarak ayırır.

Birinci feodal çağda Avrupa nüfusu, ciddi oranda azalmış ve halkın büyük bir kısmı kırsal kesimde yaşamaya başlamıştır. Kentlerin nüfusu birkaç bini geçmemekteydi. Eski Roma yolları hala kullanılmasına rağmen bakımsız kalmıştı ve haydut saldırılarından dolayı güvensizdi. Ticari faaliyetler en aza inmiş durumdaydı; fakat tamamıyla ortadan kalkmamıştı. Bu dönemde Avrupa toplumunun temel geçim kaynağı tarımdı. İkinci feodal çağda ise hem kentlerde hem de kırsal yerleşimlerde gözle görünür bir canlanma göze çarpmaktadır. Ticaretin Avrupa’nın en ücra köşesine kadar yayılmasıyla kentlerin nüfusu artmaya başlamış ve yeni kentler kurulmuştur. Avrupa’nın çeşitli bölgelerinde kurulan panayırlarda -bunların en ünlüsü Fransa’daki Champagne panayırlarıdır- dünyanın her tarafından gelen ticari mallar satılmaktadır. Kentlerde yoğunlaşan nüfusun besin ihtiyacı yine kırsal kesim tarafından karşılanmaktadır. Çünkü uygulanan yeni zirai teknikler ve geliştirilmiş aletler ile tarımın kalitesi ve sürdürülebilirliği artmıştır.

Hristiyanlığın Etkisi

Hristiyanlık, Avrupa toplumuna yeni bir kimlik kazandıran en önemli unsurlardandır. 4. yüzyılda Roma İmparatorluğu’nun resmi dini haline gelen Hristiyanlık, 5. yüzyıldan itibaren kurulan yeni siyasi güçler tarafından da kabul edilmiştir. Clovis ile başlayan Hristiyanlaşma süreci, Charlemagne döneminde bir üst seviyeye çıkmış; onun döneminde Batı Avrupa nüfusunun önemli bir bölümü Hristiyanlaşmıştır. Batı Hristiyanlığını tehdit eden Normanların ve Macarların da Hristiyanlığı kabul etmeleri ile dini birliğini sağlamış bir Avrupa çıkmıştır. Bu nedenle Hristiyanlığın Batı’daki temsilcisi olan papalık(kilise), Avrupa toplumu üzerinde büyük bir nüfuz elde etmiştir.

İmparatorların ve kralların papanın elinden taç giyerek tahta çıkmaları, kilise görevlilerini atamada söz sahibi olmaları gibi olaylar papalığı bir müddet siyasi gücün de üzerine çıkartmıştır. Bu gelişmeler, krallar ve papalar arasında çatışmalara sebep olacaktır. Papalığın anlaşmazlığa düştüğü kesim, yalnızca Avrupalı krallar değildir. 1054 yılında Doğu ve Batı kiliselerinin birbirlerini karşılıklı aforoz etmeleri Hristiyanlığı ayıran, hatta birbirlerini inançsız olarak itham etmelerine sebep olan bir süreci başlatmıştır. Taraflar arasındaki zıtlaşmanın boyutunu anlamamızı sağlayan en iyi örnek, Haçlı seferleri sırasında Bizans’ın ve Ortodoks Hristiyanları'nın gördükleri muamelelerdir.

Batı Hristiyanlığının yükselişini 1000’li yıllara tarihleyen Jacques Le Goff, bu tarihlerde başlayan yapılanma hareketinin, 10. ve 14. yüzyıllar arasındaki Orta Çağ Avrupa’sının gelişiminde önemli rol oynadığına dikkat çeker. Ona göre, kilise ve manastır inşaatı, hammaddelerin çıkartılması ve işlenmesi, araç-gereç yapılması ve iş gücü istihdamı gibi gereksinimlere ihtiyaç duyduğundan diğer yapı türlerinin inşa sürecini de etkilemiştir. Böylelikle kentlerde büyük bir inşa süreci başlamış ve bu da kentlerin nüfus yoğunluğunun artmasına neden olmuştur. Bugün Avrupa’daki eski şehir merkezlerine ve diğer küçük yerleşim birimlerine baktığımızda Orta Çağ’daki gündelik hayatın, merkezde bir kilisenin ya da manastırın olduğu yerleşim yerlerinde toplanmış olduğunu görebiliriz.

Dışa Açılım: Reconquista ve Haçlı Seferleri

Avrupa içinde büyüyen Hristiyanlık, 10. yüzyıldan itibaren dışa doğru yayılmaya başlamıştır. Bu yayılım, Hristiyan olmayan topluluklar üzerine binlerce kilometre yol kat ettiren askeri harekatlar şeklinde gerçekleşmiştir. Reconquista ve Haçlı Seferleri, Papalığın Batı Avrupa’nın artık kabına sığmayan nüfus yoğunluğunu İspanya, Doğu Akdeniz ve Kuzeydoğu Avrupa’daki Hristiyan olmayan topluluklar üzerine yönlendirmesi olayıdır.

Bu iki harekat, o dönemde yaşayanların gözünde İsa adına Papa tarafından izin verilen kutsal seferlerdi. Seferleri organize eden papalık, sefer düzenlenecek yerlerin kesin sınırlarını çizmekten de geri kalmıyordu. Mesela, Endülüs Müslümanları ile savaşan İspanyol ve Portekizlilerin Doğu Akdeniz’e yapılan seferlere katılmaları yasaklanmıştı. Gerekçe olarak da Katolik Avrupa için ciddi tehdit oluşturan Müslüman varlığı ile mücadelenin Kutsal Toprakları kurtarmak için yapılan savaşlar ile eşdeğer olduğu gösteriliyordu. Benzer durum, Kuzey Avrupa’da yaşayan Hristiyanlar için de geçerliydi. Pagan Slav ve Baltık halkları üzerine yapılacak seferler sonucunda Kudüs’e gitmek üzere haç kuşanmış olanlar ile aynı mükafata erişileceği belirtiliyordu.

Batı Hristiyanlığı için Haçlı Seferleri, yüzlerce yıl sürecek olan askeri çatışmaların yanı sıra Doğu dünyasını daha yakından tanıma fırsatı yakaladıkları bir süreçti. Avrupa, daha öncesinde, Endülüs ve Sicilya üzerinden Müslümanlar ile etkileşim içindeydi. Fakat Doğu Akdeniz kıyılarında Müslüman ve diğer Hristiyan halklar ile beraber yaşamaya başlamaları, bu halklar ile çeşitli yakın ilişkiler kurmalarını sağladı. Bunun yanı sıra taraflar arasında çok yoğun bir sosyo-kültürel ve ticari ilişki söz konusuydu. Doğu’daki hayat Avrupa’yı, kıyafetten yiyeceğe, mimariden bilimsel gelişmelere uzanan pek çok konuda önemli ölçüde etkilemiştir.

Haçlı seferlerinin nedenleri günümüzde hala tartışma konusudur. Ancak yadsınamaz bir gerçek var ki yüzyıllar boyunca sürecek olan bu mücadelelerin tek nedeni din değildi. Din, siyasi, ekonomik ve diğer çıkarlara ulaşabilmenin bir aracı olmuştu. Bu sürecin baş mimarı olan Papalık, Orta Çağ Avrupa toplumu üzerindeki nüfuzunun doruk noktasına bu dönemde ulaştı. Aynı şekilde zirveden aşağı inişi de aynı dönemde başlayacaktı.

Batı Hristiyanlığında Çatlaklar, Ayrılıklar ve Papalık Bölünmesi

11. yüzyılda Papa VII. Gregorius ve Kutsal Roma İmparatoru IV. Heinrich arasında yaşanan kilise görevlilerini atama tartışmasının ardından Papalığın dünyevi güçler üzerindeki etkisini arttırdığı görülmektedir. Haçlı Seferleri ve Reconquista, Kilisenin hükümdarları siyasi ve askeri olaylarda yönlendirebildiğinin göstergesi olarak bu etkinin en iyi örneklerindendir. Ancak bu seferler sonrasında yeni dinler ve kültürler ile kaynaşma şansı bulan Batı Avrupa toplumunun, özellikle de İtalyan şehir devletlerinin, Papalığa olan bağlılıkları zayıflamaya başlamıştır. Çünkü İtalyan tüccarlar için Doğu’dan elde edilen zenginlik, çoğu zaman her şeyden daha önemliydi.

Bu nedenle, Haçlı Seferi çağrılarını kulak ardı edebiliyorlar, papaların aforoz -yaşayan dindar bir Hristiyanın başına gelebilecek en kötü olay- tehditlerine rağmen Müslümanlara odun, maden ve köle satmaktan vazgeçmiyorlardı. Bu emtialar, Doğu Akdeniz’deki Haçlı devletleri ile mücadele eden Eyyubiler ve Memlukler için hayati önem taşıyan malzemelerdi. Hristiyan tüccarların bu hareketleri, doğal olarak Papalığın büyük tepkisini çekiyordu. 14. yüzyılda yoğunluk kazanan Haçlı seferi projelerinde, teorisyenlerin dikkat çektiği temel konulardan biri de buydu. Örneğin William of Adam, Müslümanların ekonomik ve askeri açıdan sıkıntıya düşmeleri için Batılı tüccarların ticari faaliyetlerinin önüne geçilmesi gerektiğini savunanlar arasındaydı.

14. yüzyıl ortalarında, İtalyan devletler üzerindeki dini otoritesi sarsılan Papalık, yarımadadaki siyasi otoritesini genişletmek amacıyla paralı askerlerden oluşan bir orduyu İtalya şehirleri üzerine yolladı. Ancak Milan Dükü Barnabo Viscounti, Papalık ordusuna karşı mücadele ederek ve ardından kilise gelirlerine el koyup rahiplere kötü davranarak, Papalığın dini ve siyasi otoritesini reddettiğini ilan ediyordu. Barnabo 1363 yılında aforoz edilmesine rağmen geri adım atmamıştı. Sorun, papa ve dük arasında 1364 yılında yapılan Bologna Barışı’na kadar devam etti. Bu olay Papalığın artık eskisi kadar etkili olmayan dini nüfuzunu askeri müdahaleyle geri kazanamayacağını gösteren yerinde bir örnektir.

Katolik öğretiyi reddettikleri için heretik yani sapkın olarak adlandırılan Kathar yayılmacılığı Papalık otoritesini sarsan bir diğer gelişmeydi. Fransa’nın güney bölgelerinde yayılan hareket, kısa süre içinde çok sayıda taraftar topladığından, Papalık tarafından hızlı bir müdahaleyle ortadan kaldırılmak istenmiştir. IV. Lateran konsilinde heretikler ile mücadelenin Haçlı Seferleri ile aynı derecede olduğu kararı çıkmış ve heretikler üzerine askeri sefer düzenlenmesi kabul edilmiştir. Ancak yeterli görülmeyen bu önlemin ardı sıra, toplum içinde kanserli hücre olarak görülen her heretiğin yakalanması için Engizisyon Mahkemeleri kurulmuştur. Bu mahkemeler, Orta Çağ Avrupa’sının korkunç ve karanlık yüzüdür.

Esasen çağın karanlık olarak anılmasının en önemli nedenlerinden biri de toplum içindeki aykırı kişilikleri tespit edip ortadan kaldırmak amacıyla kurulan mahkemelerde binlerce insanın yargılanıp öldürülmesidir. Mevcut dini, sosyal ve siyasi düzene başkaldırı niteliği taşıyan her türlü hareket, engizisyon sorgulamalarıyla sanıklara itiraf ettirilerek ortaya çıkartılmıştır. Günümüzde, bu itirafların işkencelere dayanamayanlar tarafından mecbur kaldıkları için edildiği düşünülür. Nitekim birçok insan bu şartlar altında alınan itiraflar ile suçlu olarak kabul edilmiştir. Templier Şövalyelerinin son üstadı Jacques de Molay, zorla itirafı alınan ve daha sonra itirafının işkenceyle alındığını belirterek itiraz ettiği için kazığa bağlanarak yakılanlar arasında yer almaktadır.

1378-1417 yılları arasında Batı Avrupa’da, iki hatta bir süreliğine üç papanın görevde olduğu, dini ve siyasi yönden karmaşık bir dönem yaşanmıştır. Batı Kilisesi’nde Büyük Bölünme olarak adlandırılan bu dönem Papalığın otoritesini sarsan ve onun sorgulanmaya başlandığı sürecin önemli bir aşamasıdır.  Büyük bölünme sürecinde bölünen sadece Kilise yönetimi değildi. Dünyevi güçlerin de destekledikleri papanın meşruiyetini savunmalatın dolayı olay tüm Avrupa’yı etkilemişti. Bu gergin süreç, 1417 yılında sona ermesine rağmen, bazı din adamları ve entelektüellerin zihinlerinde kalıcı bir yer edindi. 14. yüzyıldan itibaren, kilise öğretileri zihinlerde sorgulanmaya başlanmıştır. 15. ve 16. yüzyıldan itibaren ise İngiltere, Bohemya ve Almanya’da, Orta Çağ Avrupa’sı için devrim niteliğinde bir gelişme olan Reform hareketinin kıvılcımları ortaya çıkmıştır.

Avrupa’da Düşüncenin Değişimi

Orta Çağ Avrupa’sında Yunanlıların geliştirdiği phusis (doğa, varlık) ve logos (akıl) üzerine kurulu evren tasavvuru yerini akıl ve inanca dayalı felsefi düşünceye bırakmıştır. Bu değişimde büyük rolü olan Hristiyanlık, Orta Çağ düşünürlerini Tanrı’nın varlığına ilişkin kanıtlamalar üzerinde düşünmeye sevk etti. Bu, Jacqueline Russ’ın deyimiyle Hristiyanlığın zaferiydi.

Augustinus, Anselmus, Thomas Aquinas ve daha pek çok isim dönemin düşünce hayatını derinden etkilemişlerdi. Örneğin Augustinus, uzun arayışlar sonrasında Hristiyanlığın öğretilerine göre yaşamanın mutluluk için tek çare olduğu kanısına varmıştı. İtiraflarında, gençlik arzularıyla nasıl Tanrı’dan uzaklaştığını pişmanlık dolu sözlerle anlatıyor ve tek kurtuluşun yalnızca Tanrı’ya inanmak ve onu anlamak olduğuna vurgu yapıyordu. Anselmus da benzer şekilde imanın akla önceliğini kesin bir dille savunanlar arasındaydı. Özellikle Augustinus’un fikirleri Kilise’nin Orta Çağ’daki meşruiyetinin dayanak noktasıydı.

Orta Çağ, düşünce tarihinde akılcılıktan uzak bir zaman dilimi değildi. Bazı düşünce biçimleri ortadan kalkarken, bazı düşünceler dönüşüme uğramışlardı. Bir yandan skolastik düşünce ortaya çıkarken, diğer yandan mantık kavramı kendini yenilemişti. Abélard, Ockhamlı William gibi isimler akılcı düşünceyle mantık ve ahlak üzerine çalışmalar yapmışlardı. Roger Bacon ise akıl yoluyla doğa bilimi ve fizik alanlarında dikkate değer ilerlemeler kaydetti. Avrupa’da düşünce alanındaki bu canlanmaya İslam medeniyetinin katkısı büyüktür. Antik Yunan filozoflarının düşüncelerini yeniden yorumlayan Farabi, İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd’ün eserleri Avrupa üniversitelerinde uzun süre başucu kitabı olmuşlardır. Üniversitelerin doğuşu ise Batı dünyasında düşünce biçiminin seyrini derinden etkilemiştir.

Avrupa’nın Orta Çağ’ı ikilemlerle dolu bir dönemdi. 11. yüzyılda, Doğu’da İbn-i Sina ve El-Biruni, kainat ve gökyüzü cisimlerinin hareketleri üzerine mektup vasıtasıyla tartışırlarken, Papa VII. Gregorius ve İmparator IV. Heinrich’in en büyük sorunu kilise görevlilerini kimin atayacağı konusuydu. Başka bir örnek; Paris, Oxford gibi üniversitelerde Aristoteles, Platon gibi filozofların eserleri üzerinde eleştirel tartışmalar yapılırken, Avrupa’nın başka bir bölgesinde, bir heretik engizitör tarafından suçlu bulunduğundan kazığa bağlanıp yakılıyordu.

Bütün zıtlıklara rağmen Orta Çağ, Antik Yunan ve Aydınlanma Dönemi arasında bir geçiş dönemiydi. Avrupa Aydınlanma Dönemi’ni yaşamak için Orta Çağ’daki o uzun süreçten geçmeliydi. Eğer bu çağ, sanıldığı gibi Antik Yunan ve Roma medeniyetinin izlerini yok eden tamamıyla karanlık bir dönem olsaydı, Aydınlanma Dönemi Avrupa’dan çıkmazdı. İnsanlığın yeni bir çağa ulaşmasında bir sıçrama tahtası olan Orta Çağ’ın ve insanlık tarihine eşsiz katkılar sunan gerek Doğulu ve gerek Batılı her aydının, içinde yaşadığımız çağa ulaşmamızda büyük katkılarının olduğu unutulmamalıdır.

Yorumlar

Daha yeni Daha eski