Birazdan anlatacağım “Gizli Dünya”, gerçek hayatta daha ağır bir şekilde yaşanmış, dünyayı ayağa kaldırmış bir hikâyeden esinlenerek yazılan bir kitaptan uyarlandı. Bahsettiğim olay 2009’da ortaya çıkan Fritzl davası... Avusturya’da bir baba, kızını evlerinin bodrumuna kapatıp 24 yıl tecavüz etmiş ve 7 çocuğu olmuştu. Emma Donoghue da bu olaydan etkilenerek bir kitap yazdı: Room. Onlarca ödül aldı, önemli listelere adını yazdırdı. Film gösterime girdiği zamandan beri epey konuşuldu. Hatta en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi kadın oyuncu ve en iyi uyarlama senaryo dallarında Oscar’a aday gösterildi. Başroldeki Brie Larson Altın Küre’yi kaptı bile.
Gizli Dünya, 7 yıl boyunca kaçırıldığı bir adam tarafından tek göz bir odada yaşamaya mahkum edilmiş bir kadının yaşadıkları acımasız gerçeklikleri ve 5 yaşındaki oğlu ile yaptıkları kaçış planlarını anlatıyor. Jack ve annesi dört duvarla çevrili kutu gibi bir odada yaşamaktadırlar. Mutfak, banyo, uyku ve televizyonun aynı metrekarede hayat bulduğu bu karanlık ve kasvetli oda, Jack'in tanıdığı tek dünyadır. Televizyon ise onun en iyi arkadaşıdır. Peki ne zamana kadar?

Room filmi eşe dosta anlatılırken, hani “Brie Larson’un en iyi kadın oyuncu oscarını aldığı film varya” diyoruz. Ama bu film tek bu ünvanla anılmaktan, daha çok övgüyü ve ödülü hak ediyor. Böyle bıçak sırtı bir konu izleyenlere rahatsızlık vermeden ve büyük acıtasyonlara girmeden ancak bu kadar naif anlatılabilirdi. Filmi izlerken herhangi bir yorum okumadıysanız ve spoiler yemediyseniz, filmin ilk saniyesinden her şeyi adım adım idrak etmeniz sağlanmış. Bu da hem izleyiciyi meraklandırıyor, hem de düşünmeye sevk ediyor. Odanın iç karartıcılığı, ufaklığı bizlere sürekli empati yapmamızı sağlıyor. Minik oyuncu Jacob Trembly’nin filmdeki ismiyle Jack’in iç sesinin olduğu bölümler ve onun 5 yıllık hayat tecrübesi ve annesinden öğrendikleriyle harmanladığı, hayata bakış açısı ve yarattığı kendi dünyası çok etkileyici. Kamera açıları çok iyi seçilmiş ve iyi kurgulanmış bir film. Çünkü büyük çoğunluğu tek bir mekanda geçen bir film ve durağan bir hikaye, seyircinin özellikle ilk bölümde sıkılmadan izleyeceği bir film yaratmış Yönetmen Lenny Abrahamson. Tabi ilk bölümü iki kişi arasında geçen bu hikayede Brie Larson ve Jacob Trembly’nin uyumu ve muhteşem oyunculuklarının payı da bunda etkili oluyor. Filmi izlerken bizim iç sesimiz de devreye giriyor bi yerden sonra. Acaba hep bu odada mı geçecek film, sapkın adam çocuğa bir şey yapacak mı gibi kafamızda deli sorular dönerken. 2.kısım, daha önce pekte rastlamadığımız, işin diğer yüzüne ve normal hayata adapte olabilme sorunsalına çevriliyor. Bu çoğu izleyiciyi hayal kırıklığına uğratsa ve sıksa da bence yerinde bir devam olmuş. Filmin senaryosunun başarısını perçinlemiş.
Good Bye Room...

Tepedeki küçük pencere dışında içeri ışık girecek, dışarıyı görebilecek bir delik bile yoktur. Her ne kadar durum korkunç gibi gözükse de, çocuk tamamen güven içerisindedir. 24 saat annesinin yanındadır. Onları oraya hapis tutan baba ise her gün yemek getirmektedir. Bir gün daha fazla dayanamayan anne, tehlikeli bir plan yapar ve bir şekilde oradan kurtulurlar. Çocuk ilk defa daha “uzay” diye tanımladığı dış dünyaya çıkar ve bu onun için çok zorlu bir deneyimdir. Bu yeni deneyim onun için korkutucudur. Bu odanın duvarları, aslında bizlerin kendimize ördüğü duvarları temsil ediyor. Çocuk içeriyi değil, dışarıyı tehlikeli buluyor. Hiç çıkmadığı bir yere gitmek, bir şeyler keşfetmek onun için oldukça tehlikeli. Bu aynen, alıştığımız hayatlardan şikayet etsek de yeni bir şeyler yapmak istemememiz gibi bir durum. Bu sebepten dolayı bazen biliriz yapılması gerekeni, yapmak istediğimizi ama bir türlü adım atmayız... Ne kadar berbat da olsa durum, suya atlamak zor gelir insan... Zihnin oluşturduğu bu duvarları yıkmak ise cesaret ister. Bu düşük benliğin oluşturduğu inanç, düşünce ve davranış kalıplarını yıkmak bazen acıtır canımızı... Acı yoksa kazanç da yoktur klişesi oldukça doğrudur. Teslim olmuş gibi yapan zihin hemen yeni duvarlar arar; bunlar daha güzel gözüken, içeri olan spiritüel duvarlardır. Ama artık durum daha beterdir; çünkü artık eskiye göre daha rahat bir hapishanenin içerisindesinizdir. Zihin ise bu sinsi mücadelenin galibidir.

Film duygu anlamında sizi çok iyi yakalıyor. Dramatik ve etkileyici bir kaç sahne tüyleri diken diken ediyor. Özellikle küçük Jack'in o masum ve saf yüzü, yaşadıklarıyla birleşince insanı bir hüzün kaplıyor. Gökyüzü, uzay, dünya, yapraklar, ağaçlar, yağmur, insanlar, hepsi farklı farklı, onları ilk defa gören gözler için hepsi inanılmaz şeyler. Dünyada çok fazla nesne var. Her gün yanından geçip gittiğimiz, bizim için sıradan olan, ancak ve ancak kaybettiğimizde kıymetini anladığımız. Onlar sürekli elimizin altında olunca bir kıymeti olmuyor. Ya küçük Jack, 5 yaşından sonra doğuyor adeta. Ufacık çocuğun o mükemmel tepkileri, hareketleri, konuşması, her yönüyle çok iyi. Oscar'a aday olmaması yazık olmuş. Ama ilerisi çok parlak bu ufaklığın...
Yorum Gönder