📎 Dracula, İrlanda asıllı yazar Bram Stoker’ın 1897 yılında yazdığı fantastik, gotik ve korku tarzında dünyanın en tanınmış romanları arasına girmiş, şöhreti yazarını da aşmış romanlardan biridir.

Bram Stoker bu eserini yaratırken Fatih Sultan Mehmet zamanında Eflak ve Boğdan'da hüküm süren ve Fatih’in orduları tarafından yok edilen Kazıklı Voyvoda (III. Vlad Tepeş’in) hakkında oluşan söylentilerden esinlenmiş, Dracula karakterini de bu şekilde oluşturmuştur. Bu nedenle kitabın baş karateri olan Kont Dracula karakteri de Ulah Prensi III. Vlad'ın tarihi kimliği üzerinde oluşan hayali vampir efsanelerinden ortaya çıkmıştır.
Voyvoda, 1456 yılında Osmanlılara esir düşmüş, sonraki yıllarda ise ülkesi Eflak Beyliği'nin valisi olarak atanmayı başarmıştır. İlk yıllarda Osmanlılara vergisini düzenli ödemeye devam etse de sonraki yıllarda Avrupa ittifakına katılıp Osmanlı'ya baş kaldırmış ve tutsak ettiği askerleri türlü işkencelerle öldürmüştür.
Voyvoda'nın en bilindik işkencesi, kurbanlarını kazıklara oturtmasıdır. Ancak kazıkladığı kişileri öldürmez, bunlar bir gün içerisinde kan kaybından, açlıktan veya susuzluktan ölürler.
Voyvoda, bu yaptıklarından sonra Osmanlı İmparatoru tarafından başı kesilerek idam edilmiştir. Kitabın önermesine göre Voyvoda -Dracula- öğrendiği kara büyü ve simya teknikleri sayesinde ölümden kurtulmuş, bir vampire dönüşmüş ve 400 yıl hayatta kalmayı başarmıştır.

Dracula’da olaylar, bir hukuk firmasının temsilcisi olan Jonathan Harker’ın Transilvanya’daki Kont Dracula Şatosuna gelmesiyle başlar. Kont'un Londra'da satın aldığı evle ilgili işlemleri halletmeye çalışan Harker, kısa bir süre sonra kendini bir dizi korkunç olayın içinde bulacaktır. Harker, Dracula’nın şatosunu kime sorarsa, sorduğu kişinin yüzü gözü değişir, haç çıkarır ve ondan uzaklaşmaya başlar.
Yani tekinsizlik romanın ilk sayfalarında başlar, olayların gelişmesiyle de artarak devam eder. Yeni bir kan bulmak ve ölümsüzlüğünün lanetini yaymak amacıyla İngiltere'ye ulşaşmak isteyen Kont Dracula'nın karşısına bunu engellemek isteyen bir grup genç çıkacaktır. Profesör Van Helsing'in de şehri ve insanlığı bu lanetten kurtarmak isteyen gençlere yardımıyla, önce Londra sokaklarında sonra ise denizde bir kovalamaca başlar.
Vampir olarak bilinen kurgusal karakteri dünyaya tanıtan Dracula, doğa üstü çekiciliği sayesinde birçok dizi, film ve sahne uyarlamalarına referans olmuştur ve bir asırdan fazla zamandır okuyucuyu etkilemeye devam etmektedir.

Şimdi gelelim dünyanın en tanınmış vampirinin başından geçenlerin bize ne anlatmaya çalıştığına. Dracula, 1800’lerin sonunda, yani materyalizmin ve pozitivizmin fazlaca itibar gördüğü yıllarda yazılmıştır. O dönem korku edebiyatının, biraz da bu somut ve görülenin ötesini yok sayan dünya modeline bir tepki olarak yükseldiğini varsayabiliriz (kitapta bunun izlerini görebiliyoruz). Dracula ile mücadele eden ekipte doktorlar ve bilim insanları da vardır ve karşılarında böyle bir varlığın olduğunu, ortada doğaüstü işler döndüğünü kabullenmekte zorlanmaktadırlar.
Biz de onların bu kuşkularından yola çıkarak “bilim her şey mi?” sorusunun cevabını arıyoruz. Hiçbir gizemin olmadığı, her şeyin olgusal, deneysel ve duyusal olarak açıklanabildiği bir dünyada mı yaşıyoruz? Kitabın yazıldığı dönemin hakim düşünce akımları bunda ısrar eder.
Ne görüyorsak odur ve her şeyin doğa kurallarına uygun bir açıklaması vardır, en olağan dışı görünen şeylerin bile... Peki bu gerçekten de böyle midir? Bilimin sınırları, dünyanın sınırları mıdır? Yoksa gizem, metafizik, olağanüstülük bizden önceki “cahil” kuşakların yanılgılarından öte bir gerçeklik midir? Deney yapıyoruz diye bugüne kadar olan inançları elimizin tersiyle itebilir miyiz?
Kitabın bir yerinde grubun bilge lideri Van Helsing şöyle diyordu:
“Bilimimizin kusuru, her şeyi açıklamak istemesidir; eğer açıklayamazsa, açıklanacak bir şey olmadığını söyler.”

Van Helsing aynı sayfada şunu da söyler:
“Yaşamda her zaman gizemler vardır.”
Bilim, yaşama dair muhakkak ki çok önemli ve vazgeçilmez açıklamalar yapar, ancak her şeyiyle öngörülür, somut, sıkıcı bir dünya insana çok da cazip gelemeyebilir.
İnsanın dozunda kalmak şartıyla, mucizelere ve gizemlere ilgi duyması normal karşılanmalıdır. Ancak bunun dozunda kalması önemlidir çünkü tamamen gizeme boğulmuş bir dünyada altımızdaki halı çekilmiş ve boşlukta güvencesiz bir şekilde yüzer hale geliriz. Sırtımızı dayayabileceğimiz bir kapımız varsa, ki bu üzerinde bilim yazan bir kapıdır. Ancak biraz esrarengizlik de keyiflidir.
Yorum Gönder