En Güneşli Ütopyanın Üzerinde Bile Baskıcı Bir Gücün Gölgesi Vardır

📎 Dünyanın geleceğine dair kurulmuş aydınlık ve karanlık hayallere, ütopyalara ve distopyalara bakıyoruz ve görüyoruz ki, bu kitaplarda birilerinin ideali daima ötekilerin yıkımı, bir grubun aydınlığı mutlaka ötekilerin karanlığı oluyor.

Yeni çıkan kitaplar rafında ütopyalara pek rastlanmıyor. Savaşların, terörün ve küresel ısınmanın etkisiyle dünya, hızla daha karanlık ve tehlikeli bir yer haline gelirken, edebiyatçılar da iyimser kalamıyor. İnsanların mutlu hayatlar sürdüğü ütopik diyarların hayalini kurmak neredeyse imkansız.

Bir yazınsal tür olarak ütopyanın tek sorunu imkansızlığı değil; aynı zamanda sıkıcılığıdır. Hikaye anlatıcılığının temel koşulu olan “çatışma” unsurunu yoğun olarak içeren distopyalar, okura daha fazla heyecan vadediyor. Yine de bu iki tür bir açıdan aynılar, her ütopya, içinde bir distopyayı gizliyor, her distopya da başlangıçta birilerinin ütopyası olarak inşa edilmiş oluyor.

Ütopyaların ortaya çıkış sebebine bakacak olursak. Dünyanın neresinde olursak olalım hepimiz yoklukla, öfkeyle, acıyla, gelecek kaygısıyla, düş kırıklıklarıyla yaşıyor ve bizi bezdiren, yıldıran irili ufaklı şahsi veya toplumsal meselelerle boğuşuyoruz. Hem de binlerce yıldır.

Bir yandan da bizimkinden başka türlü bir hayatın mümkün olabileceğini hayal ediyor, zihnimizde kimsenin kimseden nefret etmediği, insanların barış içinde yaşadığı kusursuz sistemler (Ütopyalar) kuruyoruz. Bu sistemlerde, adaletsizliklerin önü kesilmiş, terör, açlık, savaş ve hastalık gibi sorunlar yok edilmiş, bilim ve sanat çok ilerlemiş neredeyse ölümsüzlüğün sırrı bile bulunmuş oluyor.

Yaygın görüşe göre, ilk ütopyanın yazarı, antik Yunan düşünürü Platon'dur. Diyaloglardan oluşan "Devlet" adlı eserinde Platon, iyilik, eşitlik ve adalet gibi değerlerin hüküm sürdüğü ideal bir devlet yönetimi önerisini sunuyor. İnsanları altın, gümüş, bronz olarak yani yönetenler, gözleyenler ve çalışanlar olarak üç sınıfa ayıran düşünüre göre, bu sınıfların melezleşmemesi, yönetenin yönetmeye, yönetilenlerin de yönetilmeye devam etmesi, sonsuz refah ve mutluluğun ön koşuludur.

İşte Platon’un resmettiği kusursuz toplumun, cilası kazındığında altından nasıl bir distopyanın çıkacağını gösteren bir alıntı:

“Her iki cinsin (gümüş ve bronzların) en iyilerinin en fazla, en kötülerinin en az çiftleşmeleri gerekir. Sürünün cinsinin bozulmaması için, en kötülerin değil, en iyilerin çocuklarının büyümesine izin verilmeli ve bu konuda ne yapılacağını yalnızca devlet adamları (altın sınıf) bilmeli, yoksa bekçiler (gümüş sınıf) arasında çatışmalar çıkabilir.”

Burada toplumu “sürü” olarak adlandıran Platon, insanların atacakları her adıma altın sınıfın karar vermesi gerektiğini savunarak despotluğu da açıkça destekliyor. Onun ideal toplumunda, yanlış fikirlerin etkisine girme potansiyellerinden ötürü sanatçılara da yer yoktur.

Her eseri onu doğuran koşullar çerçevesinde değerlendirmek gerektiğini söyleyeceklere, en karanlık cinsinden bir distopya sunan "Devlet" eserinin, dünyaya yüzlerce yıldır “ütopya” diye kakalanmasının sebeplerini ve sonuçlarını merak etmek hakkımız değil mi?

Platon dahil tüm ütopya yazarlarının iyi niyetle yola çıktıkları söylenebilir. Ancak distopya yazarları ortaya çıkan ironik durumu oldukça çarpıcı bir biçimde yansıtmaktadırlar... Cesur Yeni Dünya adlı romanında, “hipnopedya” denen uykuda eğitim yöntemiyle yetiştirilen bireylerin sınırsız ve “sanal” bir mutluluk ve haz içinde yaşadığı bir ülkeyi anlatan Aldous Huxley gibi.

Huxley’in anlattığı ülke ne yeniydi ne de cesur. Ayrıca her şeyiyle Kuzey Kore’nin güney sınırındaki Barış Şehri kadar sahteydi.

Barış Şehri’nde kimse yaşamıyor. Binalar, kapılar, balkonlar, pencereler boyanmış dev bloklardan ibaret, caddeler de aynı şekilde sıra sıra dükkanlarla dolu. Geceleri müzik sesleri geliyor, sabaha kadar ışıklar yanıyor ama hepsi bu kadar. Koca şehir, sırf turistler sınırda bolca fotoğraf çeksin, Güney Koreliler de kuzeydekileri zengin ve mutlu zannetsin diye propaganda amacıyla inşa edilmiş.

Edebiyata dönecek olursak; bu tür düşsel hikayelerin gerçeğe uyarlanınca neye dönüştüklerine çok defa şahit olduk. Kadim Kuzey efsanelerinden aldıkları ilhamla Alman halkına; bolluk, bereket, sağlık ve mutluluğun hüküm sürdüğü, rahatsız edici her unsurdan, güçsüz her bireyden arındırılmış ütopik bir ülke vadeden Naziler, ütopya ile distopyayı birbirine bağlayan o çok ince çizgiyi fark etmemizi sağlayabilir. (Nazilerin ütopik vaatleri, akıl almaz insanlık suçlarının işlenmesiyle ve kitlesel katliamlarla sonuçlanmıştı.)

Özetle, ütopyalar yalnızca sıkıcı ya da imkansız eserler olmakla kalmayıp aynı zamanda yanlış hayallerin de savunucuları olabilmektedirler. Ütopyalar ilk bakışta kusursuz görünse de çatışmasız, ironisiz, tekdüzeleşme potansiyeli yüksek hayaller sunmaktadırlar. En güneşli ütopyaların üzerinde bile baskıcı bir gücün, bir çeşit toplum mühendisliği çabasının gölgesi duruyor.

Her Robinson’a bir Cuma’nın tahsis edildiği bu kitaplarda, birilerinin ideali daima ötekilerin yıkımı, bir grubun aydınlığı mutlaka ötekilerin karanlığı oluyor. Kısacası ütopyaların peşindeki ısrarlı yolculuklar henüz evrensel anlamda bir mutluluk getirmemişlerdir...


Konuyla ilgili okuma önerilerini aşağıda bulabilirsiniz...

"Ütopya" (Thomas More)

"Robinson Crusoe" (Daniel Defoe)

"Otomatik Portakal" (Anthony Burgess)

"Sineklerin Tanrısı" (William Golding)

"Körlük" (José Saramago)

"Biz" (Yevgeni Zamyatin)

"Cesur Yeni Dünya" (Aldous Huxley)

"1984" (George Orwell)

"Demir Ökçe" (Jack London)

"Fahrenheit 451" (Ray Bradbury)

"Güneş Ülkesi" (Tommaso Campanella)

"Yeni Atlantis" (Francis Bacon)

"Gulliver’in Gezileri" (Jonathan Swift)

"El Medinetü’l Fazıla" (Farabi)

"Damızlık Kızın Öyküsü" (Margaret Atwood)

"Başka Dünyalar" (Margaret Atwood)

"Zaman Makinesi" (H. G. Wells)

"Dünyalar Savaşı" (H. G. Wells)

"Mülksüzler" (Ursula K. Le Guin)

"Şato" (Franz Kafka)

Yorumlar

Daha yeni Daha eski