Savaş gerçek bir felsefi sorundur. Herkes için. En başta da, içinde bulunduğumuz yüzyılın Avrupalıları olarak bizler için. Girmediği yer yok çünkü: Yaşam öykülerimize, kültürümüze, ekonomimize, bedenlerimize, kafalarımıza...
Ne var ki, en azından 1914'ten bu yana, oysa gerçekte, daha dolaylı bir tarzda, 19. yüzyıldan bu yana, garip bir düşünme tarzı sonucu, perde arkasından gizli gizli geçmiştir o. Bu gizlilik işinden en çok 19. yüzyılı, özellikle de Hristiyan, Marxçı ve demokrat düşüncenin saplanmış olduğu örtülü Saint-Simonculuğu sorumlu tutuyorum ben. Bilindiği gibi onun parolası, insanların yönetiminin yerine nesnelerin yönetimini geçirmeye kesin bir çağrıydı; yani, insani çatışmaların yerini doğaya karşı savaşımın almasını istiyordu. Ama bu bildiri, klasik düşünce çerçevesini kırıyor ve Montaigne, Descartes, Pascal gibi kimselerin bir kuyumcu gibi işledikleri ayrımı ortadan kaldırıyordu. Çünkü, bu düşünürler, anımsanacağı gibi, alanları birbirine karıştırmak ve insan/doğa, insan/insan ilişkilerini aynı tutmak için özen gösteriyorlardı.

Öznel ilişkinin ( insan/insan ilişkisinin) özgüllüğünü, özgünlüğünü ve buradan kaynaklanan çatışmanın ruhunu, toplumsal yaşamın da asıl özü, ruhu gibi görüyorlardı. Buna karşılık, 19. yüzyılın ideolojileri bunların hepsini silip süpürüyor ve aslında Napolyon yüzyılı denilebilecek bu yüzyıl, birden, stratejik çerçevede, geriye dönük bir tarzda, bu adama, başkalarına karşı değil de, doğaya karşı savaş veren bir varlık, bir çeşit Prorate(eşit) gözüyle bakıyor. Karşı hareket karşısında Napolyon: Hegel'in, Marx'ın ve Nietzsche'nin ortaklaşa savı artık bu. O dönemde yalnız Clausewitz yorumların bu alttan alınışından kendisini kurtarır ve strateji diliyle konuşur eski düzene karşı çağcıl yeni bir anlayışı değil, Napolyon stratejileri ile Napolyon'a direnme stratejilerini karşı karşıya getirir. İşte bunun için ben, bu gizli düşüncenin, bu nesnenin özgünlüğünü; doğa üzerinde egemenliğe ya da bunun yöntemine indirgenmeye hiçbir an elvermeyen stratejinin ruhunu yeniden bulmak, bugün artık bağlayıcı bir iş olmuştur, diyorum. Ve vurguluyorum: Bunlar tam anlamıyla felsefi sorunlardır gerçekten. Platon'un diyalogları okunduğunda, bu hakikat açıkça hemen göze çarpar. Bunlarda hep büyük olaylar, büyük konular, büyük işler söz konusu edilir: Hakikat, Adalet, Güzellik. Bizi birbirimizle anlaştıran, üzerlerinde en çok tartışılan, uğruna savaşlar verildiği varsayılan her şey. Sokrates de çoğun bu konulara döner. Niçin? Şu tek nedenle: Çünkü o, felsefeyi bir çıkış yolu gibi değil, çatışmaların ruhu gibi görür, yani kesinlikle, savaşın yanına yerleştirir onu. Edimidir onun. Buradan ilkin felsefeyi, onun kaygısını çıkarıyorum; sonra, Hegel'in hem felsefeyi, hem onun dönemiyle olan ilişkisini, hem de Sokrates'in kişiliğini düpedüz çarpık bir biçimde düşündüğünü anlıyorum. Bu yüzden Hegel, Minerva Baykuşu'nun ancak gece olduğunda havalanıp uçtuğunu bildirdiği zaman, kapalı bir biçimde söylemek istediği şey, bu kuşun ancak iki davranış, ama sadece iki davranış gösterebildiğini belirtmekti. Ya geriye dönecek, arkada kalan ışıklı çocukluğunun tatlı cennetine, geçmişteki günlere bakacaktı ya da gelmekte olan günden haber verecekti. Hegel'e göre felsefe, oldu bitti, bir zaman farklılığı içinde yer alır: Ya çok erken, ya da çok geç ortaya çıkar.
Savaş düşüncesiyle yeniden bağlantı kurmak için duyduğum kaygı da işte buradan kaynaklanır. Zaman farklarını ortadan kaldırmak için, zamanlamayı silip temizlemek. Bakış açıları değiştirmeye , doğa üzerinde egemenlik kurmaya değil de, çatışmaya yönelinilirse, o zaman, felsefe de ne çok erken ne de çok geç gelir: ben bu gerçekten yola çıkıyorum. Minerva'nın Baykuş'u geceleyin de görür. Öyleyse, bir kargaşa koptuğu ve bir dram başladığında ortaya çıkan felsefe de çatışmanın gecesine bakabilir ve bakmalıdır da.

Savaşı düşünmek, insanlar arasındaki çatışmalı durumların sorunlarını çözme olanağını vermez elbette; ama, buna karşılık, çatışmalar içinde yaşamı sürdürmek olanağını sağlayabilir. Demokrasiyi sürekli bir biçimde yeniden yaratma sayesinde, Avrupa'nın iki bin yıldır yapageldiği hep budur. Avrupa'nın dersi. .. Sık sık unutulmak da istenen ders: Cennet, iyilik ya da güzellik üzerinde insanların asla anlaşamayacağını, dolayısıyla en azından belirlenebilir, iletilebilir olan ve barbarlık, işkence, toplama kampları adı verilen, belli sayılardaki cehenneme karşı anlaşmak gerektiğini öğreten, olup biten şeylerin getirdiği büyük ders. Yunanlılar çok eskiden farkına varmışlardı bunun. Bana göre, Aiskhilos'un gizi buradadır: Shakespeare'in ve demokratik kurumların gizi de bu olmalıdır: İyilik üzerinde anlaşamıyorsak eğer, Kötülüğe karşı her zaman anlaşabiliriz.
FELSEFENİN SORUSU: SAVAŞ NEDİR?

Bu soruya verilecek yanıt tektir: Savaş bir araçtır. Bu aracı olumlu olarak da olumsuz olarak da kullanabilirsiniz. Cehaletle savaş gericilikle savaşta savaş insanlık değer ve ideallerini gerçekleştirmeye yönelmiş bir araçtır. Savaşın bizatihi amaç olarak tanımlanması olanaksızdır. İnsana insanlığa evrensel insan değerlerine karşıdır. Aracı amaç haline getirdiğiniz zaman amaç ortadan kalkar. İnancın her türünü sermaye yaptığınızda inancın ortadan kalkması gibi.
Uygar yaşam, savaşı ortadan kaldırmak için oluşturulmuştur. Tomhas Hobbes'in Rousseau'nun Toplumsal Sözleşme kavramları buna dayanmaktadır. Çünkü doğal durum savaştır. Savaşta tek tek özgün nitelik olan varlıklar nicelik durumuna indirgenmektedir. Günümüzde mahşerin dört atlısı politika, ekonomi, teknoloji ve savaştır. Bunlar bilimi, eğitimi, dini, ahlaki kısaca insan için değerli olan ne varsa onları kendi amaçları için araçlaştırarak kullanmaktadırlar.
Yorum Gönder